Kıskanmak Üzerine
- Yelda Altunal
- 16 Haz 2019
- 2 dakikada okunur
Kıskanmak, çoğu zaman bireysel bir zaaf, kişilik özelliği ya da mizaçla ilişkilendirilerek değerlendirilir. Ancak kıskanma durumunun ortaya çıktığı her bağlamda, altında yatan açık ya da örtük bir eşitsizlik ilişkisini görmek zor değildir. Kıskançlık, yalnızca bireysel bir duygu değil, kişinin düşünceleri ile içinde bulunduğu ekonomik, toplumsal ve kültürel koşulların kesiştiği noktada ortaya çıkan yapısal bir gerilimdir.

Türk Dil Kurumu’nun kıskanmayı “herhangi bir yönden kendisinden üstün gördüğü kimsenin bu üstünlüğünden acı duymak” biçiminde tanımlaması da bu ilişkiyi destekler. Bu tanımdan yola çıkarak kıskanmanın güç eşitsizliğiyle doğrudan ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Varsıl- yoksul, çalışkan-tembel, elit-avam gibi ikiliklerin oluşturduğu hiyerarşik bağlamda kıskanma duygusu filizlenir.
Elde ettiklerini yıllar süren emekle, sabırla ve fedakârlıkla kazanmış birinin; aynı konuma, görünüşte hiçbir çaba göstermeden ulaşan, aileden gelen sermayeyle ya da bir rastlantı sonucu hızla yükselen bir başkasıyla karşılaştığında yaşadığı içsel sarsıntı; ya da çocuklarını dershaneye gönderemeyen bir ebeveynin, özel okulda okuyan çocukların girdiği fırsat dolu dünyayı izlemek zorunda kalması…
Üniversiteyi birincilikle bitirmiş bir gencin işsizken, sosyal çevresi ya da aile bağlantıları sayesinde kolayca iş bulan bir arkadaşını sosyal medyada takip etmesi; devlet yurdunda kalan bir öğrencinin, her akşam lüks semtlerdeki evinde masa başında ders çalışan bir yaşıtını gördüğünde içine düşebileceği duygu karmaşası…
Ya da ekonomik koşulları nedeniyle yaz tatilinde memlekete gidemeyen bir ailenin, Avrupa turuna çıkan arkadaşlarının fotoğraflarına bakarken yaşadığı tarifsiz sıkışma…
Bu örneklerin de gösterdiği üzere, toplumda yaygın biçimde kabul görenin aksine kıskanma, bireyin kişisel özelliklerinden çok, onun toplumsal konumuyla, yani doğrudan belirleyemediği ama büyük ölçüde onun tarafından belirlenen verili koşullarıyla ilgilidir. Duygu ve düşüncelerimizin, çoğu zaman kendi elimizde olmayan bu yapısal koşullar tarafından biçimlendirildiğini kabul etmek, kıskanma gibi durumları anlamada temel bir adımdır.
Kıskanmanın kişisel düzeyle ilişkili olabileceği belki de tek yön, bu duygunun nasıl yönetildiğiyle ilgilidir. Kişi, kıskanma gibi yoğun duyguları yönetme becerisiyle —ya da bu beceriden yoksun oluşuyla— toplumsal düzlemde bir yer edinir. Bu bağlamda eğitimli bireylerin, duygularını yönetme konusunda daha donanımlı olmaları beklenir. Ancak burada dikkat çekici bir başka boyut daha vardır: Eğitimli bireyler, çoğu zaman toplumsal eşitsizlikler içinde daha avantajlı konumlarda yer alırlar. Dolayısıyla, kıskanmayı daha “başarılı” biçimde yönetmeleri, onların hem toplumsal konumlarından hem de eğitim yoluyla kazandıkları kültürel sermayeden bağımsız değildir. Bu nedenle, kıskanmayı yönetebilme yetisi dahi eşitsizlikten bağımsız bir mesele değildir.
Öte yandan, dünyada yaygın ve derinleşen eşitsizlikler göz önünde bulundurulduğunda, pek çok insanın gündelik yaşamda kıskanma duygusunu deneyimlediği rahatlıkla söylenebilir. Ancak pratikte bu duygu nadiren görünür hale gelir. İnsanlar genellikle kıskandıklarını itiraf etmekten kaçınırlar, çünkü bu duygu kendi eksikliklerini ifşa ettikleri düşüncesiyle utanç verici bulunur. Bunun yerine daha nötr ya da meşru bir duygu olarak kabul edilen “imrenme” sözcüğüne başvurulur. Ancak adını ne koyarsak koyalım, kıskanma hali, düşünebilen ve karşılaştırabilen her insanın, toplumsal eşitsizlikleri fark ettiğinde yaşayabileceği doğal bir durumdur.
Bu bağlamda, bireyin kendi yaşam koşullarını üretmediği ve çoğu zaman bu koşulları değiştirmesinin kolay olmadığı düşünüldüğünde, kıskanma hissi nedeniyle suçluluk ya da utanç duyması gereksizdir. Aksine, bu tür duygular bastırılmak yerine ifade edilmeli ve onların temelinde yatan eşitsizlik ilişkileri görünür kılınmalıdır.
Sonuç olarak, kişisel olduğu varsayılan pek çok duygu ve durum —kıskanmak gibi— yalnızca bireyin karakteriyle değil, onun içinde bulunduğu koşullarla sıkı sıkıya ilişkilidir. Bu tür duygu durumlarının kişinin “iyi” ya da “kötü” karakterinden kaynaklandığını varsaymak, yalnızca yanlış bir çıkarıma yol açmaz, aynı zamanda toplumsal gerçekliği örtbas etmeye hizmet eder. Dolayısıyla, bireysel zaaf olarak görülen duyguların arkasındaki yapısal eşitsizlikleri sorgulamak, hem bireyin kendisini anlaması hem de daha adil bir toplum tahayyülü için gereklidir.
Commentaires