"Neden arabesk müzik dinlemiyoruz biz sence ?”
- Yelda Altunal
- 17 Mar 2018
- 2 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 26 Eki 2020
“Neden arabesk müzik dinlemiyoruz biz sence ?”diye sordu bu sabah. “Bizi bundan alıkoyan nedir, neden tercih etmiyoruz?” O sıra yatağında yeni uyanmış, Bourdieu’nün kalınca bir kitabına devam etmekteydi.
Aklıma gelen ilk şeyi söyledim sanıyorum: “Arada kalmışlık var o müzikte. Biz arada kalmış değiliz ki kentte doğmuş, büyümüşler, kentin kendi kurallarına göre şekillenmişler olarak. Bizi yansıtmıyor o şarkılardaki sözler, anlattığı aşk bizim aşkımız değil, gündelik sıkıntıları bizim sıkıntılarımız değil. Sıkıntılarda ortaklaşsak bile onları kavrayışlarımız, açıklayıcılarımız aynı değil.” Belli ki üzerinde biraz daha düşünmek gerekiyordu…
Aslında tartışmanın temeli cumhuriyetin ilk yıllarına, modernleşme, dolayısıyla Batılılaşma çabalarına değin uzanıyor. O dönemde her alanda karşımıza çıkan tepeden inmeci, merkezden çevreye Batılılaşma politikalarının kültürdeki tezahürüne kuvvetli bir direnç olarak. Arabesk gösterdiği bu dirençle ve çevreden merkeze hareketiyle acaba haklı bir protesto mu sergiliyordu?

"Yazıklar olsun, yazıklar olsun Kaderin böylesine, yazıklar olsun Herşey karanlık, nerde insanlık Kula kulluk edene yazıklar olsun. "
Daha önceki bir yazımda anlatmaya çalıştığım sivil dikkatsizlik haliyle birebir ilişki kurulabilecek sözler yukarıdakiler. Artık yaşamını orada idame ettiremediği ya da kentin çekiciliğine kapılıp kopup geldiği küçük, dayanışma ilişkilerinin ve birbirinin hayatına müdahil olma durumlarıyla iç içe olduğu kasabada ya da köyde hiç bir vakit deneyimlemediği haller bunlar. Kente yeni gelenlerin kentle ilişkilenmeleri sırasında karşılaşıp dehşete düştükleri haller… “Yazıklar olsun” ile protesto ettikleri, “insanlık nerede?” diyip dayanışma ilişkilerinin yokluğundan dem vurdukları haller.
Türkiye'nin göç tarihinde önemli köşe taşlarından biri olan 1950’lerde yaşanan göçler konunun başka bir boyutu zannımca. Kente bu dönemde gelenler, barınmak için kendi çözümlerini üretmek zorunda kaldılar. Kentin çeperlerinde alt yapısı olmayan ve devletin görüş alanına girmeyen plansız yerleşimler meydana getirdiler. İşte bu yeni, çarpık yerleşimler, yani gecekondu olgusu yeni bir kültürün oluşması için uygun alanı hazırlamıştı aslında. Devletin vatandaştan saymadığı ve görmezden geldiği bu insanlarla birlikte, kentin çeperinde artık yeni bir kültür hüküm sürmekteydi: arabesk. Ne kırsala özgü bir yaşantıydı yaşadıkları ne de kente özgü. İşte bu durum, arada kalmışlık derken bahsettiğimdi.
Kentin çeperinde uç vermiş bu yeni mekanda altyapı sorunlarına ek, kentin çeperinden kente ulaşmaya çalışma sorunu da ne yazık ki devletin yine ve yeniden kayıtsızlığını sergilediği bir meseleydi. Yine kendi çözümlerini üretmek durumunda kalan yeni kentliler, bu sefer de “dolmuş” konseptini hayata geçirmişlerdi. “Minibüs şoförleri neden hep arabesk dinler ki?” sorusuna indirgemeci olma kaygısıyla da olsa belki de bir cevaptır, kentle bu vasıtayla ilişkilenme halleri.
Tüm bunlarla birlikte ne arabeskin ne de bizim neden arabesk dinlemediğimizi açıklamaya çalışma çabalarımızın tek bir yanıtı, pür bir açıklaması yok. Her bir argüman yeni bir soruya gebe. Hal böyle olunca da bize düşen üzerine daha çok düşünmek belki.
Belki de daha çok konuşmak ama. Güne “Neden arabesk müzik dinlemiyoruz biz sence?” diye bir soruyla başlamasaydık, kendi içinde düşünmek kafamızdaki sorulara yanıt vermeyecekti. Şimdi verebildi mi peki? Belki biraz.
Comments